top of page
  • Yazarın fotoğrafıHürol Arda

Şehir

Güncelleme tarihi: 15 Şub 2021

İçinde huzurla yaşadığınız beton kalenin aslında insanlığın ruhu ve varlığı ile beslenen paranormal ve korkunç bir yaratık olduğunu/olabileceğini düşündünüz mü hiç? ben düşündüm.




şimdi sen de şöyle bir düşün; bir gün işsiz kalmış bir bankacı bir atm’nin önünde kendisini yakacak. ödeyemediği faturalardan bir tanesini yakıp benzine buladığı bedenine doğru tutarak yapacak bunu. peki; bir insanı kendisini yakacak kadar çaresiz bırakabilecek şey nedir? "otomasyon ve medeniyet" mi? gelişim bu kadar acımasız olabilir mi?


Oscar Wilde'ın dediği gibi; Konfor, medeniyetin bize sağlayabileceği yegane şeydir; peki rahatlık ve kolaylık dediğimiz şey bizleri tembelleştirirken diğer taraftan nelere sebep oluyor? hızlanan hayatımızda nelere yer açıyoruz peki?


mesela; bir tarla işçisi babasını işsiz bırakan son model bir traktörü ateşe verebilir mi? veya bir tiyatrocu devasal bir avm içerisinde sergilenen dev ekranlı bir led televizyonu tekmeleriyle parçalayabilir mi? ya da fabrika bir işçisi kendisinin işsiz kalmasına sebep olan fabrikadaki son model üretim makinalardan hıncını fabrikayı kundaklayarak alabilir mi? bir inşaat işçisi yüzlerce arkadaşını işsiz bırakan kazma makinasını uçurumdan aşağı sürebilir , özel eğitimlerden geçmiş bir özel güvenlikçi sinir krizleri geçirerek şehirdeki kameraları yerlerinden sökmeye çalışır mı? tek oğlu bunalıma girerek intahar eden bir anne adına şehir denen bu betondan hapishaneye isyan ederek; ironik ve acı bir şekilde şehir meydanında kendisini asabilir mi? bu iğrenç postmodern ludist olasılıkları yaratan nedir? insanların ruhuna bu kadar acı çektiren?


kabul ediyorum, çok aşırı derecede sarsıcı değil, ama gerçekçiliği ve olabilirliği yüksek örneklerdi.


binlerce yıl evvel kurulan şehir düzeni, ilk kurulduğu andan itibaren bir egemenlik sistemidir ve o egemenliğin daha ucuz kopyalarına razı binlerce köle tarafından ayakta tutulur. kölelik kavramı bin yıllar içerisinde şekil değiştirse ve hatta maaşa bağlansa bile özü değişmemiştir. esasında egemenliğe sahip olduğunu zanneden en üst tabakayı dahi yakından incelediğinizde kendi egemenliklerini mi yoksa yaşadıkları şehrin kendisini var etme çabasını mı sürdürmeye çalıştığını anlayamazsınız. hatta egemenlik kavramı öyle manipule edilmiştir ki, kendi hayatına bile egemen olamayan zavallıları bir arada tutmaya yarayan bir nesne haline gelmiştir. egemenlikle alakalı yüzlerce süslü püslü cümle duyabilirsiniz. hepsi özünde şehrin var olması için insanları bir arada tutmaya yönelik şeylerdir.


evet, şehirlerin kendi kendilerini var etme çabaları vardır; şehir, lağımındaki faresinden sokaktaki köpeğine kadar kendisini var eden her bir canlıyı son damlasına kadar sömürür. kendi yarattığı zorluklara karşı çabaya karşılık sanal rahatlıklar sunarak insanları kendisini daha çok var etmeye zorlar. zaman zaman insanın (gerçeğini elinden aldığı ve yerine sahtesini yerleştirdiği) sosyal yapısını, zaman zaman insanın elinden aldığı eğlence yapısını güdüleyerek bunu katmerler. şöyle ki; “hadi hayatım sinemaya gidelim, muhteşem efektli bir film gelmiş.” filhakika insanoğlunun hayal gücü en muhteşem efektleri gözünde canlandırabilir. hikayeler ve tiyatro böyle doğmuştur. insanlığın hayal gücünde var olmuştur. daha sonra şehir bunu devşirerek, usulca kendisine çevirmiş ve insanları başkalarının hayal gücüne mahkum etmiştir. birey olmanın anlamı, şehir toplumu olmanın anlamı içerisinde hayvan sürülüğüne dönüşmüştür. “hayvan sürülüğü” tanımı ilk etapta toplumlar için ağır gelebilir, ama üzerinde düşünmeden ağır dememek gerekir. çünkü insan birey olmayı bırakıp sürüye katıldığı andan itibaren bir hiperorganizmanın öğesi olur. eh, bir nevi sürü kavramıdır bu da.


neyse, şehrin insanı kendisine bağlamak için pek çok muhteşem silahı vardır. tümüyle insanın olan doğayı kendi içerisinde hapsederek ona kısıtlı olarak sunar ve insan bundan zevk alır. hatta o kadar ki; insana sunduğu maddi olanakları sırf ona bir anlık “doğal” yaşam sunmak için geri aldığı dahi olur. evet bahçeli ev kepazeliğinden bahsediyorum. komik ve bir o kadar acı. o sadık hayvanları, yani atları, şehirler arasında daha hızlı gidip gelebilmek için daha “konforlu” olan arabalara tercih ettik mesela. gitsin diye enerji harcıyoruz. enerji? petrol. petrolün arabamıza girene kadar geçirdiği safhaları gözünüzden geçirin. kaç ulus bu safhalarda kan ağlıyor? kaç çocuk açlıktan ölüyor, kaç kadın tecavüze uğruyor. sırf siz arabayla şehirde dolaşabilin veya başka şehre hızlıca gidebilin diye. aslında göz yaşı yakıyorsunuz bir nevi. en hümanistinden, en acımasızına kadar.


oralarda bir yerlerde zencilerle alakalı duyarlılığı olan insanlar biliyorum, pırlantayı ve altını seviyorlar. kürk karşıtı falan da oluyor bu insanlar. oysa kürkte bir hayvan insanlar tarafından öldürülüyor; ama siz arabanızla elinizde kolunuzda altın ve pırlanta/elmas ile gidin diye milyonlarca insan hayvanca öldürülüyor. işte insanoğlu böyle köleleşiyor. şehre bu şekilde hizmet ediyor. sırf şehirde var olabilmek için; kimisi kursağından ekmek geçebilsin diye buna razıyken kimi de sırf trendlerine uyabilmek için; var oluşundan ödün veriyor; ne kadar çok ödün verirseniz, şehir sizi o kadar çok kabul ediyor. kendinize ayırabileceğiniz vakti şehre ayırın ki daha çok paranız olsun, onun yarattığı sahte sosyal çevrelerde ve trendlerde yerinizi ayırın; şehre daha iyi entegre olabilirsiniz böylelikle. veya insanı insan yapan onurunuzu ve şerefinizi peşkeş çekiverin şehre. ne kadar insanlığınızdan çıkarsanız, kendinizden ne kadar ödün verirseniz şehir sizi o kadar kucaklar. peki size o ödünü verdirenler? sırf şehirde rahat bir yaşam kurabilmek için insanları sömürenler? kendileri çok mu özgür yoksa şehrin yarattığı iğrenç hiyerarşide sadece yüksek statülü köleler mi?


eninde sonunda herkes ölür, şehri fethedenler bile... ama “şehir” kalır. şehirli kendisine göre daha üst tabakadadır. köylü veya kasabalıyı hakir görür. hele göçebeler! tam bir görgüsüzlük; insanlıktan çıkmışlıktır onlara göre . işte şehrin pompaladığı sanal ve rezil bakış açısı budur.


köpek, kendisini köpek olarak görmez; sahibine hizmet ediyor olarak görür. hatta bazen kahraman zanneder kendisini. düşünün; şehirde bir yangın çıkmış, sebebi de elektrik kaçağı! yangın doğalgaz borularına doğru ilerliyor ve kahraman itfaiyeci binadan bir kadın ve çocuğunu kurtarıyor! sonsuz yıldızları, oksijeni, doğayı, o güzelim çiçek kokularını, akarsuları bir yana fırlatarak içine tıkıldığımız hücre tipi yapıları icat ettiğimiz(!) elektrik ile aydınlattık, yetmedi doğanın içine ederek dünyamızı delerek elde ettiğimiz doğal gazı binlerce ağaç kesip, yüzlerce hayvanı yerinden ederek inşa ettiğimiz büyük borularla evlerimize taşıdık. ne büyük başarı. göz göre göre kendimizi süslü püslü hapishaneler kurduk ve bunu şehrimize yakışır bir şekilde yaptık. şehri elektrik ve doğalgazla besledik , sonra yarattığımız felaketten minimal kurtuluşlarımızı destanlaştırdık.


itfaiyeciler. kaç insanı kurtarmışlar bu güne kadar? peki ya kaç binayı? “yan binaya sıçramasın!”, “aman dikkat edin!”, “içeride kalanlar için yapacak başka bir şey yok, allah rahmet eylesin.”, “aman! yan binaya sıçramasın!” ah! insanlığa hizmet diye bir kavram var. insanlığa hizmet ettiğini söyleyenlerin kaçı insana veya kaçı şehre hizmet ediyor? sorgulayın, gözünüzün önünden geçirin. siyasetçisinden doktorlarına kadar bir yelpazeden bahsediyorum. hükümetinizin projelerinin bile kaçı insan için, kaçı şehir için? düşünün. ooo, peki ya dünya çapındaki sağlık bakanlığı rezillikleri… “eyvah, salgın hastalık!” peki o kadar çok insanı o kadar üst üste oraya kim tıktı!? veya siz kurtarmak için ne yaptınız? evet, hükümetler dahi şehirlere hizmet eden kurumlar aslında.


“kentsel dönüşüm projeleri” !! ah ne insanlık ! yüzünüze karşı haykırarak gülmek istiyorum!


ezan okunabilir mi peki? sonra hep beraber bir “binaya“ gidip ibadet edersiniz değil mi? hristiyansanız da başka bir binaya gidip ibadet edersiniz. en olmadı yahudi olabilirsiniz ve başka bir binaya gidip ibadet edersiniz. kitabi dinlerin bu şehir takıntısı neden? şehirlerde doğduğu için olabilir mi? şehirleri kutsayan dinler mi şehirleri yarattı? yoksa şehirler kendisini kutsasın diye dinler mi yarattı? pagan dinlerde neden “şehir” ve “bina” kavramı yok? tam aksine bir ağaç dibi, bir dere kenarı seçiliyor ibadet için? tanrısıyla baş başa kalmaktan mı korkar oldu insan? yoksa kandırıldı mı? peygambere ve tanrıya küfrederek dolaşalım mı sokaklarda. can güvenliğimiz ne olur? yüzde kaç. sopa mı yeriz? itilip kakılır mıyız? peki eline bir taş alarak camiye atsak? kaç şekilde öldürülebiliriz?


ey inananlar! tanrıya mı tapıyorsunuz aslında yoksa şehre mi? mekke, medine, kudüs? acaba dinsel kargaşa şehre ne gibi bir yarar sağlıyor? camiye yakın ev? kiliseye yakın alışveriş merkezi? ibadethaneler ile tartışılan ve gündeme oturan şehirler? bu şekilde “tanrıya” mı ibadet ettiğinizi zannediyorsunuz? veya şehrin bir bölümünü korumak adına size yaratılan ilüzyon sayesinde siper görevi mi görüyorsunuz? sevap tanımını bile şehre göre düzenler oldu insanlık. ezan okunuyor, müziğin sesini kıs. peh!


belki şunu bilirsiniz, kim fethetmiş oturduğunuz şehri ve kaç yılında?! kim kurtarmış! peki heykelini diktiniz mi şehrin göbeğine? tam göbeğine! insanlığın kazanımı ne peki bundan? ya dünyanın? ama o şehre “değer” katan sembolik heykel, “şehrin” yarattığı köleleri tarafından korunması için bir bahane daha veriyor işte. şehir kendisine gönüllü koruma ordusu yaratıyor; ilüzyon “değerler” sayesinde.


basbayağı, apayrı bir canlıdır şehir. yaşar, organları ve hücreleri ise bizden oluşur. biz ise onu kendimizin inşa ettiğini düşünürüz, onun bizi ehlileştirip kendisine köle yaptığını idrak edemeyiz bir türlü. bu garip yaratıkları birbirlerine bağlarken en büyük günahı işledik aslında; insanoğlu olarak insanlığa. demir yolları, asfalt yollar ve nihayetinde internet.


şehir, bir tek şehir bile 20 milyon insanı kendisine köle yapabiliyor günümüzde; onları ortak hareket edebilir ve insanlığı hep beraber sömürebilir hale getirdik. bazılarımız sömürülmeyi içine sindiremedi ve düşünen kafalar insanlığın bu sömürülen durumuna hep bir çözüm aradı. ama bu çözümleri ararlarken sınıflara, maddi durumlara, eğitim düzeyine baktılar. bu kavramları yaratan esas sorun olan “şehri” hep görmezden geldiler. onlar görmezden geldikçe şehir, tarım toplumuna geçişin bu önemli ve antik adımı; onların yarattığı mücadelelerini insanları kendisine daha çok bağlamak için kullandı. sistem eleştirisi yaptılar ama şehri hiç eleştirmediler. sınıf ayırımları yaptılar ama şehri hiçbir sınıfa dahil etmediler. oysa sınıflar, şehir içerisinde yaşadıkları yerlere göre bile sınıflanabilir haldedir. şehre en çok hizmet edenlerin yaşam alanları, onu yaşanmaz kılanlardan farklıdır. dedim ya apayrı bir canlıdır şehir diye; kurduğu sistem ile insanlığı ve sınıflarını bile tahsis eder.


neyse bırak bunları; ama önce şunu gör ; düşünürler, felsefeciler bilmem neler. aristo veya sokrat’ın diğerlerinden en büyük özelliğinin en güzel şehirlerden birisinde yaşamak olduğunu düşündün mü hiç? taşra filozoflarını kim sallar ki? gök tanrıya veya doğa ana üzerine söylenmiş sözler kimin umurunda ki? çünkü bir sözün veya düşüncenin geçerli olabilmesi için şehirlerde üretilmiş olması lazım! kudüs! mekke! hayfa!


kendine bir baksana; oturduğun koltukta rahat mısın? kaça almıştın o koltuğu? şehre kaç gününü verdin, ömründen ne kadar zamanını sattın onun için?


nebze oksijen alabilmek için açtın mı camını?

evim dediğin hücrene güneş giriyor mu?

şehri daha büyülü hale getirmek için var olan faturalarını ödedin mi?

gökyüzüne en son ne zaman dikkatlice baktın?

mavi olması gereken rengi ne renk ki şimdi? havalar nasıl?


şehirler senden aldığı güçle dünyanın ekolojisini bozuyor. ocak ayında güneşli veya haziranda kar yağışlı olabilir şu an.


tamam, doğru cevap ver; bugün şehir için ne yaptın? oturdun mu evinde? seyrettin mi televizyonunu? dışarı çıkıp şehrin sana sunduğu mekanlarda mı eğlendin yoksa?


yetiştirildiğin gibi davran; küçükken kulağına söylenenleri unutma. yerlere tükürme ve çöp atma, çimlere basma. sokak hayvanlarına ise sevgiyle bak; çünkü onlardan bir farkın yok aslında.

9 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page